NSU davası veya Alman “derin devletinin” hayaleti

NSU’nun aşırı sağa dahil edilmesi okuma kolaylığı sağlasa da stratejileri konusunda sağlıklı bir fikir edinmemizi engelliyor.

 

Almanya, beş yıl önce , Beate Zschape’ın 8 Kasım 2011’de Jena polisine teslim olmasıyla Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütüyle tanıştı. Bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme gelen en önemli aşırı sağ yapılanma idi.

NSU, 1970-98 dönemimde Almanya’da terör havası estiren ve şehir gerillası olarak tanımlanan Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) gerisinde kalsa da siyasi şartların (NDU, Pegida, Almanya için Alternatif Partisi) aşırı sağın lehine olması gelecekte benzer yapılanmaların gündeme gelebileceğini (ör. Oldschool Society) veya uyuyan hücreleri uyandırabileceğini düşündürüyor.

Beate Zschape davası 2013’ün Mayıs’ında başladı. Üç yıl sonra hala onlarca sorunun cevap bulamaması, Zschape’nin uzun bir sessizlikten sonra yaptığı açıklamada suçlamaları reddetmesi, gelecek yıl sonuçlanması beklenen davada cezalar yağsa bile hakikate erişilemeyeceği endişesini artırıyor. Münih’te görülen dava gibi Bundestag ve eyalet parlamentolarında oluşturulan araştırma komisyonları da bağlantıları kurmakta, yükselen duvarları yıkmakta zorlanıyor.

Beate Zschape’nin NSU’nun asıl beyin takımı olarak takdim edilen Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın ölü bulmasından dört gün sonra Jena polisine teslim olması on üç yıl önce başlayan hikayeyi sonlandıran son sahne idi.

NSU’nun doğuşu RAF’ın sahneden çekildiği doksanlı yıllara denk geliyor. Polis, Beate Zschape adına kiralanan bir garajda gerçekleştirdiği aramada bomba imalatında kullanılan çeşitli malzelemeleri bulmasıyla ilk defa 1998’de izlerine rastlıyor. Ancak polis aramanın yapıldığı gün orada bulunan Böhnhardt’ı gözaltına almak yerine serbest bırakması, kaçmasını sağladı. İki yıl ortalıklarda görülmeyen üçlü 2000’den itibaren harekete geçti. Günah galerilerinde, 8’i Türk 10 kişiyi öldürmek, üç bombalı saldırı düzenlemek ve 15 silahlı soygun bulunuyor. Bu soygunlardan elde ettikleri 600 bin avro yeraltında yaşamalarını kolaylaştırdı. Gerçeğe yakın kimliklere sahip olmaları şüpheleri azalttı. Tabii bu kimliklerin nasıl sağlandığı hala belirsizliğini koruyor.

Ne var ki, NSU’nun aşırı sağa dahil edilmesi okuma kolaylığı sağlasa da stratejileri konusunda sağlıklı bir fikir edinmemizi engelliyor. Öldürülenlerin önemli bir bölümü yabancılardan oluşuyorken 2007’de bir Alman polisini öldürmeleri veya yakın zamanda Thüringen’de cesedi bulunan Peggy’nin (2001’de kaybolmuştu) kemiklerinde Böhnhardt’ın DNA izine rastlanması nasıl izah edilebilir ? Der Spiegel’in haberine göre Peggy cinayetinde ortaya çıkan son iddialar bir yanlışa işaret etse de NSU’nun pedofiliyle ilişkilendirilmesi kamuoyunda farklı bir havanın esmesinine sebep oldu. Bu durum Alman « derin devletinin » parmakla gösterildiği bir davada NSU’yu adi suçlar işleyen bir örgüte dönüştürerek devlet bağlantısını zayıflatma çabası olarakta değerlendirilebilir.

Peggy gibi Alman polisinin öldürülmesi de diğer cinayetlerden ayrışıyor. Neden diğer terör saldırılarında olduğu gibi Ceska 83 kullanılmadığı ve dokuz yabancıdan sonra neden bir Alman’ın hedef seçildiği aydınlığa kavuşturulamadı. Bu minvalde, NSU’nun hangi kriterlere göre hedeflerini seçtiği hala belirsizliğini koruyor.

NSU tartışmaları Almanya’da giderek artan şiddeti yalnızca bir gruba bağlama, iliştirme refleksini artıryor. Halbuki farklı ideolojilerin çatışması tanık oluyor. Aşırı sol da aşırı sağ gibi dönüş sinyalleri veriyor. Neonazi grupların bu denli gündemde olması aşırı solda yaşanan gelişmelerin gündem olmasını engelliyor. Mülteci/göçmen krizinin Almanya için Alternatif Partisi’ne sağladığı tarihi fırsata paralel olarak nefret suçlarını da bayağılaştırdı. Geçen yılın nefret suçu rakamlarına bakıldığında yüzde 87 arttığı görülüyor. Devletin ırkçı saldırıları ciddiyetle ele almaması , yanlış kategorilerde değerlendirmesi NSU’nun katlettiği kişilerin ailelerini bile uzun yıllar şüpheli olarak değerlendirmesi birşeylerin doğru gitmediğini gösteriyor. Polisin rolü, bu çerçevede, yadsınmaz.

Özellikle mülteci/göçmen krizinden sonra nefret suçlarında görülen artış yeni bir mesele olduğu izlenimini oluştursa da varlığı çok eskilere dayanıyor. Yakın tarihe bakıldığında Solingen’de yaşanan kundaklamanın (1993) Türk-Alman ilişkileri bağlamında sembolik değeri olduğu söylenebilir. O günlerde Alman medyası başta olmak üzere Alman toplumunun yaklaşımı 11 Eylül saldırılarından sonra yansıyanlardan çok daha farklı idi. Solingen’de yaşananlardan sonra anlamaya dönük bir çaba ortaya konarken, 2001’den sonra suçlayıcı bir dilin egemen olduğu görülüyor.

“Döner cinayetler” ifadesi bunun en çarpıcı örneği. Israrla olayların ardında Türk mafyasının aranması, Türklerin potansiyel suçlu olarak değerlendirilmesi sonucu haklılaştırıyordu. NSU davasıyla ortaya saçılan gerçekler 13 sene yaşanan şiddete bir yüz ve isim vermenin ötesinde gerçeklerle yüzleşme şansı vermiyor. Angela Merkel “aydınlatma” sözü verse de, polis, içişleri bakanlığı ve Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından sağlanan desteği gün yüzüne çıkarması mümkün görünmüyor.

Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş günlerinde oluşturduğu Alman istihbarat teşkilatına Nazi Almanyası’nda görev yapmış onlarca askeri ve bürokratı farklı görevlere getirdi. Bu durum Konrad Adenauer döneminde de (1949-1963) devam etti (federal istihbarat için geçerli olduğu kadar bölgeler için de geçerli.). Öyleki Anayasayı Kuruma Dairesi’nin başına 1955’te Nazi rejiminde 17 yıl savcı olarak görev yapmış olan Hubert Schrübbes getirildi (1972’ye kadar görevde kaldı. Döneminde çok sayıda Nazi’nin işe alındığı tahmin ediliyor). NSU davasıyla gündeme gelen istihbarat desteği iddiaları bu noktada devlet aygıtı içinde varlıklarını sürdürdüklerini düşündürüyor. Almanya’nın yakın geçmişiyle yüzleştiği söylense de ne Almanların ne de Almanya’nın yüzleştiği söylenemez. Bundan 55 yıl önce Savcı Fritz Bauer’ün Adolf Eichman’ın Almanya’da yargılanması için yürüttüğü çalışmaların Alman isitihbaratı tarafından nasıl sabote edildiği düşünüldüğünde (Kudüs’te yargılandı) elli yıl sonra da girift ilişkilerin sürdüğü anlaşılıyor (Zschape’nin teslim olmasından sonra bazı belgelerin imha edildiği iddia ediliyor).

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın yeniden totaliter bir rejime kaymaması için eğitim ve öğrenim desteklendi.  Sinema ürettiği filimler ve belgesellerle destek verdi (aynı doğrultuda NSU davası çerçevesinde ARD televizyonu “Mitten in Deutschland: NSU” başklı üç bölümlük bir dizi çekti).  Ne var ki, bilinç parçalanması yaşayan Almanlar için önemli olan yıkılanı yeniden inşaa etmekle sınırlı kaldı. Hannah Arendt, dönüşümün otomatik olmayacağını ifade ederken basit yaklaşımlardan uzak durulması gerektiğinin de altını çiziyordu. Beate Zschape davası bunun başarılamadığını gösteriyor. Ölüm makinasının nasıl çalıştığını anlamadan önüne geçmenin mümkün olmadığı çok açık. Bu minvalde NSU davası devletin ve istihabartların oynadığı rolü anlamalarına ; ırk eksenli yaklaşımların devlet aygıtından atılmasına yardımcı olmayacaktır. İllegal yapılanmaların önüne geçemeyen devletin genç kuşakların bulaşmasını da engelleyemeyecektir.

Son kertede, NSU davası sorumluluğun ahlaki temellerini sarstığı bir gerçek. Münih mahkemesi herhangi bir ideolojiyi veya dönemi mahkeme etmiyor. Yalnızca işlenen suçları yargılıyor. Devlet tazminat ödeyerek sorumluluğunu unutturmaya çalışabilir. Lakin, mekanizmaların doğru anlaşılamaması ötekiye yönelik şiddeti ve nefreti büyütürken , kötülüğü sıradanlaştırır. Çünki ideolojiler kurumlara ve devlet aygıtına sızdıkları ölçüde öldürücü olurlar !

Sinan Özdemir | Brüksel

Bir cevap yazın

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.