Rafine şekerin öldüren hikâyesi

Şekerin tarihini, Âdem (a.s.) devrine kadar götürmek gerek. Ancak günümüzdeki ‘şeker’ ile bir asır evvelindeki ‘şeker’ aynı ürün değil. İngilizlerin 1801’de şekeri rafine etmeye başlamasıyla bambaşka bir şekil alıp, rafine şeker olarak anılmaya başlar.

Şeker, Osmanlı’da ülkenin hemen yer yerinde yetişen şeker kamışından elde edilirdi. Kaya tuzuna benzediği için de ‘kaya şekeri’ olarak da isimlendirilirdi. Lakin şeker bugünkü gibi her ürünün içine dâhil edilmezdi. Kaldı ki, günümüzde olduğu üzere vahşi haz ve zevklere hitap eden ambalajlı sözde gıdalar da mevcut değildi.

Kahve şekersiz içilir, çay ise Osmanlı’ya Sultan Abdülhamid devrinde gelmesi nedeniyle hem yaygın değil, hem de şekersiz içilirdi. Bugüne nispetle çok daha çeşitli tatlı türleri vardı. Bal, pekmez, çeşitli meyve şekerleri ve kaya şekeri ile yapılırdı bu tatlılar. Şeker ve tatlı türlerinin satıldığı Fatih’teki ‘Şeker Han’ ise tatlı/şeker borsası gibiydi.

Cumhuriyetle birlikte rafine şeker fabrikaları kuruldu. İlki 1926’da açılan şeker fabrikaları, kolay yetişen şeker kamışı yerine şeker pancarına göre tesis edildi. Sonra şeker fabrikalarının sayısı hızla arttı. Artık ‘zehir’ olduğu konusunda ezici çoğunluğun hem fikir olduğu rafine şeker, bütün bir toplumu sardı. Adeta bu zehrin eklenmediği ürün kalmadı.

Şeker kamışının suyu çıkarıldıktan sonra, suyu buharlaştırılarak kaya şekeri elde edilirken, pancar için büyük bir endüstri tesisi gerekiyordu. Böylece sektör; devlet veya büyük sermaye sahiplerinin at koşturduğu bir alana dönüştürülüyordu. Bundan da önemlisi, pancar yetiştirmek çok büyük temiz su gerektiriyordu. Asıl tuzaklardan biri de buydu. Zira ülkemizin temiz su kaynaklarının yüzde 50 kadarı sadece pancar üretimi için kullanılıyor, ülke su kıtlığına dûçar bırakılıyordu. Sorun bununla da sınırlı değildi. Bu vahşi sulama sayesinde topraklar da çoraklaşmış oluyordu.

Ayrıca rafine şeker elde edilme yöntemleri kaya şekerine göre son derece dolambaçlı idi. Bu da hem maliyet artışı, hem de sıhhi ve dinî sıkıntılar demekti. Fakat kimse meselenin bu veçhelerini görmeye yanaşmıyor, pancar üreticisi ve fabrika işçisinin kazancına odaklanıyordu. Oysa su heba ediliyor, toprak çoraklaşıyor, toplumun sıhhati bozuluyor, nesil emniyeti tehlikeye atılıyordu. Birkaç yüz bin örgütlü kişinin çıkarı, bütün bir toplumun menfaatinden üstün olarak takdim ediliyordu. Günümüzde de mesele tartışılıyorken aynı tehlikeli zaviyeden yaklaşılarak körü körüne bir tarafgirlik oluşturuluyordu. Hatta mesele Kemalizm’e saldırı olarak bile algılanır oluyordu.

Oysa Allah (c.c.), şeker ihtiva etmeyen sebze, meyve yaratmamıştı. Soğan, sarımsaktan maydanoza kadar pek çok gıda şeker ihtiva ediyordu. Hurma, üzüm, armut, dut, keçiboynuzu, incir, kayısı, karpuz, kavun, muz, elma, bazı ağaçların reçineleri diye uzayıp giden şeker zengini meyvelerimiz, benzersiz bir gıda olan balımız varken rafine şeker de neyin nesiydi? Kim neden böyle bir ürünü dayatıyordu? Bundan maksat neydi?

19. asırda yazılan hatırat ve seyahatnameler anlayabilenlere bugünü en açık şekilde işaret ediyordu. İşte o eserlerde deniliyordu ki, ‘Kahire’den İstanbul’a uğradığımız yerlerde, Türklerde büyük bir değişim yaşanıyor, göbek büyüten Türkler sıhhat ve savaşma kabiliyetlerini kaybediyorlar…’ Bununla yetinmeyen seyyahlar, Türklerin sokaklarda hart hurt şeker yiyerek, kendi adâb-ı muaşeret kurallarını çiğnediklerini, artık Türklerin yenilmesinin mukadder hâle geldiğinden söz eder olmuşlardı. Ortaya çıkan neticeye baktığımızda işaret edilenlerin doğru olduğu ortadaydı.

Çünkü modern rafine şeker, bağışıklık sistemimizi zayıflatan, kanserin gelişimine, mineral dengesini bozan, uyuşukluk, hiperaktivite, hipertansiyon, endişe, dikkat bozukluğu ve huysuzluğa sebep olan, adrenalin, trigliserit ve serotonin seviyesini artıran, göz kuvvetini azaltan, hipoglisemiye, alkol ve diğer bağımlılıklara neden olan, mideyi asidikleştiren, kalp hastalıklarını tetikleyen, cildi kurutup, saçları beyazlatan, diş çürüten, şişmanlık ve obeziteye yol açan, kemikleri kireçlendiren, astım, mantar enfeksiyonları, hemoroid, apendisit, safra ve böbrek taşına sebep olan, MS yapan, DNA’nın yapısını bozan, karaciğeri yağlandıran, enzimlerin işlevselliğini bozan, pankreasa zarar veren, migreni tetikleyen, öğrenme ve ezber kabiliyetini yok eden, depresyona yol açan, hormonal dengesizliğe sebep olan ve alzheimer riskini artıran bir üründü. Bir de, bunca büyük dertlere neden olan sentetik şekerlerin hiç üzerinde durulmayan fıkhî yönü vardı.

Biz her ne kadar meseleyi üç-beş fabrikanın sanki haraç mezat satılıyormuş gibi maddi veya siyasî cephesi ile konuyu tartışırken, rafine şekeri başımıza bela eden İngiliz, artık her 4 kişiden birinin obez olması nedeniyle toplumun sağlığını koruyucu adımlar atıyor ve şekerli gıdalardan daha fazla vergi almaya başlıyordu.

İngiliz Tıp Dergisi British Medical Journal, “Şeker tütün kadar tehlikeli, zarar verici ve bağımlılık yapıcı olduğu için uyuşturucu sınıfına sokulmalıdır” diye haber yapıyor. Yine İngiliz The Telegraph ise “Şeker, alkol ve tütün kadar tehlikeli” diyordu. Liverpool Üniversitesi Klinik Epidemiyoloji Profesörü Simon Capewell, rafine şekerin alkol ve tütünden farksız olduğunu söylüyordu.

Meselenin bir de Mısır’dan elde edilen ve NBŞ adı verilen nişasta türü şekeri vardı ve sanki ikisinden birini tercihe mecburmuşuz gibi pancar şekeri ile NBŞ arasında toplum tercihe zorlanıyordu. Yani ifrat ile tefrit arasında yorulan bir milletin mutedil olanı tercih etme hakkı yokmuş gibi savaştırılıyordu. Konu doğru zeminde tartışılmıyor, aslında anlamaktan da ziyade pancar ve NBŞ lobileri arasında süren savaşın tarafları olmaya zorlanıyorduk.

Oysa ikisi de zararlıydı ve ikisine de mecbur değildik. Hiç kimse alternatif ürünler üzerinde durmuyor, duranlar da lobilerin adamlarının hışmına uğruyordu. İşin bir başka yönü ise Türkiye bir ton şekeri 800 dolara mâl ederken, dünyada bir ton şeker 400 dolardan bile ucuzdu. Ortaya çıkan bir milyar dolarlık fark da şeker üreticilerine hazineden aktarılarak, bütün bir millet olarak zehri ve lobileri finanse ediyorduk. Ortada bir kıyamet savaşı vardı ve olan milletlere yani insanlığa oluyordu.

Netice itibariyle suyumuz, toprağımız, paramız ve sıhhatimiz heba ediliyor, ancak kimse bunları konuşmuyordu. ‘Yüzde yüz doğal pancar şekeri’ yalanları ile aldatılan bir milletin de uyanmaya niyeti yoktu. Kimse ‘neden dünya şekerin yüzde 75’ini kamıştan elde ederken, biz de yüzde yüzünü şeker pancarından elde ediyoruz’ diye bile sormuyordu. Biz neden şeker/zehir sektörüne 1 milyar dolar haraç ödüyoruz, neden şeker pancarının tohumunun tümünü ithal ediyoruz, neden şeker kamışına dönmüyoruz, neden kaya şekeri üretmiyoruz, şekeri rafine etmeye mecbur muyuz’ diye uzayıp giden soruları sormuyoruz. Peki, sizce neden?

Kaynak: Kemalozer.com

Bir cevap yazın

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.