DÜNYANIN EN TEHLİKELİ FİKRİ (TRANSHÜMANİZM) / FRANCİS FUKUYAMA

Çeviren: Halil İbrahim Medet

Gelişmiş dünyada geçtiğimiz birkaç on yıl içinde tuhaf bir özgürlük hareketi gelişti. Bu hareketin savunucuları, insan hakları aktivistlerinden, feministlerden ya da gay hakları savunucularınınkinden çok daha fazlasını hedefliyor. Onlar insan ırkını kendi biyolojik limitlerinden kurtarmaktan daha azına talip değildirler. Transhümanistlere göre, insanlar kendi biyolojik kaderlerini bilinçsiz/şuursuz evrimin rastgele varyasyon ve adaptasyon sürecinden kurtarmaya çabalamalı, yeni aşamaya bir tür olarak (bilinçli-planlı bir şekilde) ilerlemelidirler.

Transhümanizmi, bilim kurguyu fazla ciddiye alan tuhaf bir inanç olarak kabul edip görmezden gelmek cazip geliyor. Zira onların internet sitelerinde ve bültenlerinde “İnsanlığın Geleceğini Siborg Düşünürler Yönlendirecek” gibi iddialar görebilirsiniz. Bazı transhümanistlerin gelecekte bir zamanda yeniden diriltilecek olma umuduyla kriyojenik olarak kendilerini dondurma planları da yalnızca bu hareketin entelektüel kesimdeki yerini doğrular gözüküyor.

Peki transhümanizmin “Bir gün biyoteknolojiyi kendimizi daha güçlü, daha zeki, şiddete daha az eğilimli ve daha uzun ömürlü yapmak için kullanacağız” şeklindeki temel öğretisi gerçekten o kadar da tuhaf ve saçma mı? Transhümanizm çoğu çağdaş tıp araştırması ajandasında örtük olarak bulunmaktadır. Araştırma laboratuvarları ve hastanelerde ortaya çıkan yeni prosedürler ve teknolojiler – ister ruh halini değiştiren ilaçlar, kas kütlesini artıran veya seçici olarak hafızayı silen maddeler olsun, isterse de doğum öncesi genetik tarama veya gen terapisi – hastalığı hafifletmek ya da tedavi etmek için kullanıldığı gibi türümüzü geliştirmek için de kullanılabilir.

Biyoteknolojideki hızlı gelişmeler bizleri belli belirsiz rahatsız etse de, onların sunduğu entelektüel ve ahlaki tehditleri tespit etmek o kadar da kolay değildir. En nihayetinde insan ırkı inatçı hastalıklar, fiziksel sınırlar ve kısa ömürden ötürü üzücü bir karmaşa içerisindedir. İnsanın kıskançlığı, şiddeti ve sürekli endişeleri ortaya konulduğunda transhümanist kurgu oldukça makul görünmeye başlar. Eğer Teknolojik olarak mümkünse neden türümüzün son halini aşmak istemeyelim ki? Transhümanizmin görünüşte makul oluşu -onun küçük adımlarla ilerlediği göz önünde bulundurulduğunda- tehlikenin bir parçasıdır. Toplumun birdenbire transhümanizmin büyülü dünya görüşüne kapılması olası değildir. Ancak biyoteknolojinin cezbedici imkanlarını büyük bir ahlaki bedele mal olduğunu fark etmeden kabul etmemiz oldukça mümkündür.

Transhümanizmin ilk kurbanı eşitlik olabilir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi “Tüm insanlar eşit yaratılmıştır.” der ve Amerika tarihindeki en büyük siyasi kavgalar da kimin tamamen insan olarak nitelendirildiği üzerinedir. Thomas Jefferson 1776’da Bildirge’yi kaleme aldığında kadınlar ve siyahlar insan olarak kabul edilmediler. İlerlemiş toplumlar tek başına insan olmanın siyasi ve yasal eşitliğe hak kazandırdığını yavaş ve acı verici bir şekilde fark ettiler. Sonuçta, insanın etrafına kırmızı bir çizgi çekerek onun kutsal-dokunulmaz olduğunu söyledik.

Hakların eşitliği fikrinin temelinde, hepimizin ten renginde, güzellikte ve zekadaki farklılıklarımızı gölgede bırakan ortak bir insan cevherini, özünü taşıdığımız düşüncesi yatar. Bu cevher ve bu nedenle insanların yaratılıştan bir değere sahip oldukları düşüncesi politik liberalizmin kalbindedir. Ama bu cevheri değiştirmek transhümanizmin özüdür. Eğer kendimizi daha üstün bir şeye dönüştürmeyi başlarsak bu gelişmiş yaratıklar geride kalanlarla kıyaslandığında hangi haklara sahip olacaklar? Eğer bazıları gelişirse diğerleri onları takip etmemeyi göze alabilir mi? Zengin ve gelişmiş toplumlarda bu sorular rahatsız edicidir. Bu durumun, biyoteknolojinin mucizelerinin ulaşamayacağı dünyanın en fakir ülkelerinin vatandaşları üzerindeki yansımaları da düşünüldüğünde eşitliğe yönelik tehdit daha da tehditkar bir hale gelmektedir.

Transhümanistler iyi bir insanı neyin oluşturacağını anladıklarını iddia ederler ve çevrelerinde gördükleri sınırlı, ölümlü ve doğal varlıkları daha iyi bir şey uğruna geride bırakmaktan mutlu olurlar. Ama onlar, gerçekten de en yüce insan menfaatlerini idrak edebiliyorlar mı? Bütün apaçık kusurlarımıza rağmen biz insanlar uzun bir evrimsel sürecin, bütün bileşenlerimizin toplamından daha fazlası olan karmaşık ve mucizevi ürünleriyiz. İyi özelliklerimiz, kötü özelliklerimizle derinlemesine bağlantılıdır; eğer şiddetli ve agresif olmasaydık kendimizi savunamazdık ya da ayrıcalık duygusuna sahip olmasaydık yakınlarımıza sadık olamazdık, eğer kıskançlığı hissetmeseydik aşkı asla hissedemeyecektik. Ölümlü oluşumuz bile türümüzün bir bütün olarak hayatta kalmasında ve adapte olmasında kritik bir işlev görüyor (ve transhümanistler sonsuza dek yaşadıklarını görmek istediğim en son topluluktur). Temel özelliklerimizden herhangi birisini değiştirmek kaçınılmaz olarak, birbirine bağlı olan bir özellikler bütününü değiştirmeyi zorunlu kılar ve bunun nihai sonucunu asla tahmin edemeyeceğiz.

İnsanın kendini değiştirmesi için hangi teknolojik olasılıkların ortaya çıkacağını kimse bilmiyor. Ne var ki, çocuklarımızın kişilik ve davranışlarını değiştirmek için ilaçları nasıl yazacağımız ile ilgili Promethean arzuların coşkusunu daha şimdiden görebiliyoruz. Çevreci hareket bizlere insan dışı doğanın bütünlüğüne karşı saygı duymayı ve alçakgönüllülüğü öğretti. Kendi doğamızla ile ilgili de benzer bir alçakgönüllülüğe ihtiyacımız var. Eğer bunu çok yakında geliştirmezsek genetik buldozerleri ve psikotropik gen mağazalarıyla insanlığı tahrif etmeleri için transhümanistlere davetiye çıkarabiliriz.

 

Yazının Orjinali İçin: https://www.au.dk/fukuyama/boger/essay/

Bir cevap yazın

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.