Küresel siyasette Trump etkisi

Donald Trump’ın dünya tahayyülüne baktığımızda ABD’nin güneyini adeta tecavüzcüler, suçlular olarak gördüğü, dünyanın geri kalanını da terörist diye etiketlediği bir zihin haritası görülüyor

 

İstanbul Şehir Üniversitesinde; Modern Türkiye Çalışmaları Merkezi, Diplomasi Kulübü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü işbirliğiyle düzenlenen “Küreseli Tartışmak” isimli panel serisinin 34.sü geçtiğimiz hafta içerisinde, 20 Aralık Salı günü, yapıldı. Bu paneli ayrıca dikkat çekici kılan nokta ise, şüphesiz ki, ele alınacak konu başlığıydı: Küresel Siyasette Trump Etkisi ve Türkiye

Zira yeni yıla iyiden iyiye yaklaştığımız şu günlerde ABD’nin yeni seçilmiş –ve sanıyorum ki tarihinin en spekülatif- başkanı Donald Trump da resmi olarak koltuğu devralmaya gitgide yaklaşıyor. Hâliyle, dünyanın en büyük süper gücü olarak addedilen ve Türkiye ile ilişkilerinde tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birini yaşayan ABD’nin başına bu sıradışı politik figürün geçmesinin neler getireceği, gündemin en büyük tartışma başlıkları arasında. Uluslararası basında ve medyada hemen her gün Trump’ın ve oluşturduğu yeni kabinenin dış politikada nasıl neticeler doğuracağını konu edinen analizler yer alıyor.

Böyle bir dönemde Trump’ın koltuğu devralmasının küresel siyasete nasıl etki edeceğini ele alan, son derece yetkin katılımcılara sahip böyle bir panelin yapılacak olması da doğal olarak ilgi çekiciydi. Hatta ilgi çekici olmasının ötesinde bir ihtiyaca karşılık veriyordu. Ben de bu fırsatı kaçırmadım ve etkinliği baştan sona takip ettim. Söylenenlerden arda kalan notlarımı da konuyla ilgilenenlere buradan iletmek istedim.

Dört Farklı Perspektiften Trump Etkisi 

Panelin moderatörü olan Yrd. Doç.Dr. İsmail Yaylacı Hocamız (Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü) kısa bir açılış konuşması ile ilk adımı attı. Söyledikleri şu minvaldeydi:

“Dün gece (Rusya Büyükelçisi Karlov’a yapılan suikastin ve Berlin’deki tır saldırısının gerçekleştiği gece) insanlar, ‘Acaba 3. Dünya Savaşı mı başlayacak?’ sorularını her yerde tartışmaya başladı. Ankara, Berlin, Suriye derken zorlu ve dünyamız için tehlikeli bir sürece girdik. Böyle bir dönemde Donald Trump, ABD’nin Devlet Başkanı seçildi. Ömrü el verirse 4, sistem izin verirse belki 8 yıl başkanlık yapacak ve kendisinin şu an birçok gelişmede kilit bir rolü var. Onun nasıl politikalar izleyeceği önemli ve belirleyici olacak.”

İsmail Hoca’nın konuşmasının ardından dört konuşmacı, her biri ayrı bir perspektiften Trump etkisini değerlendirmek üzere, konuşmalarını yaptılar. En baştan derli toplu şekilde konuşmacıların kimler olduğunu ve sahip oldukları perspektifleri saymak gerekirse:

–          İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden Helin Sarı Ertem, ABD nezdinde ne ifade ettiği bağlamında;

–          Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Armağan Gözkaman, ABD-Avrupa ilişkileri bağlamında;

–          Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden Vügar İmanbeyli, ABD-Rusya ilişkileri bağlamında;

–          Al Sharq Forum Araştırma Direktörü Galip Dalay, Orta Doğu ve Türkiye bağlamında

Trump etkisini ele almak üzere panele katılım gösteriyorlardı.

“Post-Truth” Dönemin Kahramanı Trump’ın Seçilmesi Nelere İşaret Ediyor?

Önce Helin Sarı Ertem sözü aldı ve “Trump kimdir”i kısaca hatırlatan bir video ile başladı. Akabinde “post-truth (gerçek sonrası)” kavramını refere ederek devam etti:

“Literatürümüze girmekte olan bu kavram, liderlerin söylemlerinin gerçeklerin önüne geçmesi ve bunların gerçek olup olmadığının umursanmaması durumunu anlatıyor. Cumhurbaşkanımızın dediği gibi “at itinin it izine karıştığı bir dönem” söylemi bu durumu iyi anlatıyor. Ben de genel duruma dair umutlu bir şeyler anlatmak isterdim ancak yaşadığımız dönem, özellikle 2016 yılı, bize oldukça kötü bir dönemi gösterdi. 3. Dünya Savaşı’nın patlak vermemesini umuyoruz elbette, fakat bu olabilir. Kötüye hazırlıklı olmak artık gerçekçi olabilir. Trump da bu dönemin öne çıkan ve rahatsız eden figürlerinden biri.

Trump kendi gerçeğini sunuyor bize. Zenginliğe, kadınlara, göçmenlere dair söylemleri hep bunu gösteriyor. Bilhassa Amerikan toplumunda dedikleri bir karşılık buluyor. Amerikan Protestan ahlakında Trump’ın bilhassa zenginlik vurgusunun bir yeri var. Trump, WASP’a (White Anglo-saxon Protestant) hitap eden bir lider.

Öte yandan toplumun entelektüel kesimi ile WASP dediğimiz tabanın beklentileri arasındaki makas ciddi şekilde açılmış durumunda. Trump’ın seçilmesi sonrasında Harvard’da hüngür hüngür ağlayan hocaların varlığını biliyoruz. Gerçekten hüsran içerisindeler. Şimdi toplumun bir kesimi, ekseriyetle entelektüel sınıf acı bir gerçekle yüzleşiyor. Bir TV sunucusunun zikrettiği “Bu gerçek, cehennem değil… Bizim ülkemiz.” cümlesi bu durumu çok net şekilde ortaya koyuyor.

Toplumun mevcut acı gerçekle yüzleşip dehşete düşen kesimi “Trump benim başkanım değil!” sloganıyla sokaklara çıktı. Öte yandan Obama’yı da kendi temsilcisi, başkanı olarak görmeyen büyük bir kesim var. Adeta ülke ortadan ikiye bölünmüş bir toplum haline geldi.

Beyazların yüzde 58’i Trump’a oy vermiş. Bilhassa beyaz erkeklerin oy oranı çok yüksek, beyazların egemenliğinin sona eriyor olmasına dair bir endişe öne çıkıyor. Beyaz erkeklerin bir isyanı var diyebiliriz. Bu da –zamanında Samuel Huntington’ın belirttiği gibi- artan bir siyahi ve Hispanik nüfusu olgusu mevcut ve bu artış kendisini Amerika’nın kurucu babası sayan WASP’ı gitgide daha fazla rahatsız ediyor. Bu zihniyeti anlamak için Huntington’ın eserlerinde“Biz kimiz?” sorusuna aradığı cevaplara bakılabilir. Yine şu an görebiliyoruz ki 19. yüzyıldaki ataları köleliğin kaldırılmasına karşı mücadele etmiş olan kesimler de Trump’ı destekliyorlar. Aynı zamanda ciddi oranda iş kaygısı taşıyorlar. Bu da tetikleyici bir unsur oluyor. 1900’lü yılların başında Amerika’nın sembolü mahiyetinde bir resim olan Columbia, WASP’ın zihni arka planını bugün bize anlatabilecek bir simge.

Peki karakter olarak Trump’ı nasıl tanımlarız? Bazı peşin yargılara sahip olsak da bunu zaman gösterecek. Örneğin, Bill Clinton’ın yürüttüğü kampanya ile göreve geldikten sonraki uygulaması oldukça farklıydı.

Donald Trump’ın dünya tahayyülüne baktığımızda ABD’nin güneyini adeta tecavüzcüler, suçlular olarak gördüğü, dünyanın geri kalanını da terörist diye etiketlediği bir zihin haritası görülüyor. İzolasyonist bir politikayı savunuyor, küreselleşme karşıtı, ötekileştirici bir dünya algısı var. Özellikle Hispaniklere ve Müslümanlara karşı… Bu grupları Amerika’ya sonradan gelip orayı bozanlar olarak görüyor. Aynı zamanda “Let’s make America great again! (Hadi Amerika’yı tekrar harika yapalım!)” sloganına bakınca ülkesine dair bir zayıflık hissettiği görülebilir.

Trump, yapılan analizlere bakılınca, seçmeni doğrudan etkileyebilecek basit söylemlere sahip, detaylara hiç girmiyor.

Trump’ın yeni kabinesi, bir değerlendirme yapmak için çok önemli. Bu kabine “Group of White Moguls (Beyaz Patronlar Grubu)” adıyla anılıyor. Bugüne kadarki en varlıklı kabineyle karşı karşıyayız. Ayrıca radikal İslam karşıtlığı vurgusunu sıkça yapan, komplolara inanan isimler mevcut ve bunların ciddi bir kısmı eski ordu mensupları. Bizim için en önemli isim ise Exxon CEO’su Rex Tillerson. Tillerson da Trump gibi bir işadamı, uluslararası yatırımları var ve Putin ile iyi ilişkilere sahip. Bu noktada Trump ve Tillerson’ın ticari çıkarları ile ülke çıkarları arasında ikilem yaşayıp yaşamayacağı bir soru olarak ortada duruyor.

ABD’deki denge ve denetleme mekanizması, Trump’ı ne kadar frenleyebilecek sorusunun cevabını da zamanla bulacağız. Şu an karar alma süreçlerindeki kritik kurumlar Cumhuriyetçilerin elinde ama bu önümüzdeki yıllarda değişebilir. Yine lobi gruplarının da etkisinin ne olacağını zamanla göreceğiz, zira bunlar da fren ve denge mekanizmasında unutulmaması gereken unsurlar.

Türkiye açısından Trump yönetimiyle masaya yatırılacak öncelikli başlıklar; Kürt sorunu, Suriye ve Irak ile FETÖ olacak. Fethullah Gülen’in iadesi olur mu meselesi bir soru işareti ama en azından 1 yıl içerisinde olacağı düşünülmüyor. Suriye’de ise Esad’dan daha radikal gördükleri bir otoritenin varlıklarını sezerlerse Esad ile uzlaşmaya gidebilecekleri düşünülüyor. PYD ile ilişkileri de sürdüreceklerini öngörüyoruz; Türkiye’nin PKK ve PYD’yi birbirinden ayırmasına yönelik uğraşacaklarını bekleyebiliriz.”

Trump Amerikasının Atlantik’in Öteki Yakasıyla İlişkisi Nasıl Olacak?

Helin Hoca’nın ardından sözü Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Armağan Gözkaman sözü aldı ve Trump’ın Avrupa’da ortaya çıkardığı etkiye dair önemli analizler yaptı:

“Söylenebilecek çok şey var ama öncelikli olarak not düşülmesi gereken bir şey var ki Trump konusunda isabetli değerlendirmeler yapmak için en azından 1 yıl beklemek gerekli diye düşünüyorum. Çünkü Trump, rahatlıkla sözünden dönebilen biri. Bazı ipuçları var ve biz bunları takip etmeye çalışıyoruz ama kesin tespitler yapmak güç.

Trump, radikal çıkışları seven ve popülizm sayesinde oy devşirmiş bir isim. Nigel Farage, Trump Towers’ın önünde poz veriyor (belli ki planlı bir şekilde); Marine Le Pen’in sağ kolu olan kişi, Trump’a “kendi dünyalarının inşa edildiğini” belirten bir mesaj atıyor, Trump tüm teamülleri ezip Tayvan yönetimiyle doğrudan iletişim kuruyor. Kabine seçimlerini hesaba kattığımızda da Trump’ın radikal hamleler yapabildiğini görebiliyoruz. Züccaciye dükkanındaki bir fil gibi.

Trump’ın NATO konusundaki söylemleri de benzer bir niteliğe sahip. NATO’nun ABD’ye olan yükünün fazlalığından bahsederken, “post-truth” olgusunu ispatlar şekilde, gerçekdışı seviyede oranlar zikrediyor. Bu yaklaşımın ABD’nin geleneksel NATO yaklaşımına da ters olduğunu bu noktada ekleyebiliriz.

NATO, 2006 yılında bir değişikliğe gitmek istedi. Değişen koşullar sonrasında NATO üyesi ülkelerin her birinin kendi savunma bütçelerinin en azından %2’sine denk bir bütçeyi NATO’ya vermesi gerektiği belirtildi. Ancak o dönemden bu yana bunu yapan sadece 4 ülke oldu. Bu elbette ABD nezdinde bir tatminsizliğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Fakat NATO’nun meşhur 5. Maddesi bu noktada devreye giriyor:

Bu maddeye göre, NATO üyesi ülkelerden birine yapılan saldırıyı diğer üye ülkeler kendilerine yapılmış gibi kabul edip ona göre tepki vermeli. Fakat bunun şu ana kadar işletildiği tek yer, 11 Eylül olayları oldu. Hâliyle Avrupalılar da Trump tarzı söylemlere sahip olanlara yanıt olarak 11 Eylül sonrasında Avrupa ülkelerinin NATO sayesinde, nasıl ABD’nin yanında tutum aldığını hatırlatıyor.

Peki Avrupa ortak savunma konusunda tek başına başarılı olma potansiyeline sahip mi? Geçmiş tecrübelere baktığımızda bunun pek başarılı örnekleri yok. Ancak kendilerini AB’nin motor gücü olarak gören Fransa ve Almanya’nın bazı girişimlerde bulunduğuna dair sinyaller var.

Sonuç olarak, Trump belli bir dinamizmi bizlere göstermesi sebebiyle Avrupa’nın kendi ortak savunmasını kurması hususunda itici bir etki yaptığını söyleyebiliriz.”

Trump-Putin Arasındaki Sıcak Temas Hiçbir Şeyin Garantisi Değil

Türkiye’de Rusya üzerine çalışan en yetkin akademisyenlerden biri olan Vügar İmanbeyli, en çok merak edilen başlıklardan birine, Rusya-ABD ilişkilerinin nasıl bir rotaya gireceğine dair -ilişkilerin tarihi bağlamından yola çıkarak- güzel bir analiz yaptı:

“Şu an Putin ve Trump arasında sıcak bir temasın olduğu imajı varsa da iki ülkenin ilişkilerinin doğrudan bu iki kişiye bağlı olduğunu söylemek güç. Rusya dış politikası bugüne kadar hep öngörülemez olarak tanımlanırdı, Trump ile beraber ABD’nin de bu kategoriye girdiğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda bir analiz yapmak için üç noktaya bakabiliriz: İlişkilerin mazisi, Trump’ın kabinesi, Amerikan-Rus ilişkilerinin son 25 yıldaki seyri.

İlk faktörden başlamak gerekirse, ABD ve Rusya ilişkilerine dair bagaj bir hayli yüklü. Birkaç on yıl öncesine kadar karşı kutuplarda yer alan iki süper güçten ve nükleer güçten bahsediyoruz. Aşağı yukarı 200 yıl önce diplomatik ilişkiler başlamış olsa dahi geçmişe göz attığımızda, Amerikan kamuoyunun genel olarak Rusya’ya bakışının pek olumlu olduğunu göremiyoruz. Bir yandan da Amerikan siyasal sistemi ile Rus siyasal sistemi arasında büyük farklar var. Tarihi olarak bu farklılıklar ister istemez zihinlerde bazı ayrışmaları getiriyor.

Tabi sadece tarihi faktörler bağlamındaki ayrışmalardan ötürü hiç olumlu yakınlaşmalar olmadığı, her şeyin statik olduğu söylenemez. İlginçtir, son seçilen Amerikan başkanlarının her biri seçildikten sonra bir Rusya açılımına teşebbüs etmiştir. Farklı bağlamlarda da olsa her seferinde ilişkilerde iyileşme sağlama umuduyla Amerikan başkanlarınca bazı girişimlerde bulunuldu. Obama’nın göreve gelişinde de benzer ciddi girişimleri gördük. Trump ile birlikte yine aynı umut dalgası başladı. Bu sebeple Trump’ın ilk aylarının Putin ve Rusya ile ilişkiler hususunda “cicim ayları” olacağı beklenebilir ancak ikili ilişkilerde derinlemesine sorunlar mevcutken işin seyrinin daha sonra nasıl olacağı bir soru işareti. Not etmek gerekir ki ikili sorunların da birçoğu güvenlikle alakalı meseleler. Ukrayna gibi, Alaska’daki sınır problemi gibi…

ABD-Rus ilişkilerinin Trump sonrası nasıl olacağına dair 3 senaryo mevcut:

Optimist senaryo: Trump ile alakalı Rus basınının sahip olduğu olumlu yaklaşıma baktığımızda bir sinerjinin mevcut olduğu söylenebilir. Fakat Putin’in kurmayı olan kişilerin yazılarına baktığımızda o denli yüksek bir sinerjinin hiç olmadığı da görülebilir. Amerika’yı tekrar büyük yapma söyleminin, Trump’ın kurduğu kabinenin neler ifade ettiğine ciddi şekilde temkinli yaklaşıyorlar.

İlişkiler olumlu gelişebilse de ABD’nin Rusya’yı yanına çekip Çin’e karşı birlikte mücadele edebileceği beklentisinin de pek gerçekçi olmadığını yeri gelmişken not edebiliriz. Rusya-Çin ilişkilerinin kuvveti geçmişe nazaran çok daha fazla.

Pesimist senaryo:  Mevcut sinerjinin bozulacağını ve iki ülke arasındaki mücadelenin süreceğini  öngörüyor.

Realist senaryo: Pesimist senaryonun öngördüklerinin gerçekleşmeyebileceğini ancak yine de temkinli olunması ve olası bir çatışmaya hazırlıkların devam etmesi gerektiğini öngörüyor.

Putin ile yakın bir figür olan Rex Tillerson’ın ABD Dışişleri Bakanlığına getirilme ihtimalini de masaya yatırmak gerekirse bunun doğrudan bir olumlu bir gidişatı garanti edeceğini söyleyemeyiz. Daha önceki Amerikan yönetimlerinde de Sovyetler uzmanı olan, Rusya’yı yakından bilen isimler vardı ancak bu figürler her zaman olumlu bir gidişata yol açmadı. “

Trump, Türkiye’nin Orta Doğu Politikası Açısından İyi Bir Haber Olmayabilir

Panelin son konuşmacısı olarak sözü alan Al Sharq Forum Araştırma Direktörü Galip Dalay, Trump’ın Türkiye ve Orta Doğu’ya getirebilecekleri konusunda ciddi uyarılarda bulundu:

“Türkiye medyasında Trump’ın seçilmesinin öncesi ve sonrasında ciddi bir optimizm vardı. Obama’ya yönelik hayal kırıklığı adeta Trump yanlısı yahut en kötü ihtimalle Trump’ı ehven-i şer olarak gören bir hava yarattı. Nihayetinde, kamuoyumuzda Trump’ın Clinton’dan daha iyi olduğuna dair bir kabul mevcut. Bu kabul FETÖ, PYD meselelerine odaklanırken Cumhuriyetçilerin, Demokratlara kıyasla Türkiye’nin jeopolitiğine daha fazla değer verdiği düşüncesine dayanıyor;  Cumhuriyetçilerin iç politikaya dair bazı meselelerde daha az karşı tavır ortaya koyan bir tutuma sahip olacağını umuyor. Doğrusu, Demokrat başkanların genel olarak daha Avrupacı olduğu ve Avrupa’nın Türkiye’nin iç politikasındaki bazı meselelerde hükümet aleyhinde bir tutum aldığı durumlarda daha fazla Avrupa ile beraber hareket ettiği okuması yanlış da değil. Trump, Clinton’a nazaran Türkiye’nin iç politik meselelerine yönelik söylem bazında daha az müdahale edici olacaktır.

FETÖ konusunda ise pek iyimser değilim. Trump yönetiminin bu konuda Türkiye’nin istediği tarzda hamleler yapacağına dair beklenti çok kuvvetli olmamalı.

PYD/YPG konusunda ise Türkiye tarafındaki beklentilerin ham olduğunu söyleyebilirim. Trump izolasyonist bir imaj çiziyor olsa da dünya gerçekleri bakımından çok da izolasyonist olabileceğini zannetmiyorum. Konjonktür buna müsaade etmeyecektir. Trump’ın dışlayıcı ve kimlikçi olması, terör meselesine takıntılı olan bir başkan olmasını sağlıyor. Buna paralel olarak Suriye’de muhalefetin gitgide zemin kaybetmesi ve Trump’ın kabinesindeki asker üyelerin ağırlığı da bu bağlamda hesaba katılması gereken faktörler. Hâliyle bu faktörlerin ve bilhassa kuvvetli askeri perspektifin mevcudiyetine bakıldığında ABD’nin PYD/YPG’den kolay kolay vazgeçmeyeceğini söyleyebiliriz. Şahsi beklentim ise Trump’ın en azından Obama yönetimi kadar PYD/YPG ile beraber hareket edeceğidir.

Tabi Trump’ın ciddi bir ideolojik bagaja sahip bir başkan olmaması sebebiyle kesin tespitler ortaya koymanın zorluğunu da hatırlatmak gerekir.

Orta Doğu’daki diğer meselelere bakınca da Türkiye’nin dış politikası açısından Trump yönetiminin pek olumlu bir seyir izleyeceğini beklemek güç. Suriye konusunda Trump ne yaptı diye bakarsak Suriye muhalefetinden desteğini çekeceğini röportajda açıkça söyleyen, Halep meselesine dair birkaç cümleden fazla bir şey söylemeyen; Suriye’deki rejimle çalışabileceğini ima eden bir profil görüyoruz.

Trump yönetiminin Türkiye dış politikasına daha yakın olacağının beklenebileceği bir nokta ise İran ile ilişkiler olabilir. ABD ile İran arasında var olan yakınlaşmanın aynı şekilde devam etmeyeceği, hatta ikili ilişkilerde yaptırımların artabileceği öngörülebilir. İran kontrolündeki bazı Şii milis gruplar terörist ilan edilebilir. Ancak Nükleer Anlaşma’nın iptal olacağı bir raddeye varılacağını zannetmiyorum. Her şeyden önce bu çok taraflı bir anlaşma.

Orta Doğu’daki otokrasi karşıtı değişim dalgası açısındansa Trump da kabinesi de kötü haber. Flynn’in yazısından da anlayabileceğimiz gibi Müslüman Kardeşler gibi hareketlere karşı ciddi bir tutum sahibiler ve bölgedeki otokratlar, değişim isteyen hareketlere karşı tercih edilebilir görülüyor. Tillerson’ın da seçilmiş olması da bu noktada önemli. Her şeye işadamı gözünden bakan bir CEO’dan bahsediyoruz ve yaptırımların gücüne inanmıyor. Bu durum Abdelfettah Sisi için de iyi bir haber, Beşar Esad için de iyi bir haber.

Son olarak İsrail konusuna baktığımızda tablo net, burada Haaretz’in söylemini ödünç alabilirim: Trump’ın İsrail Büyükelçisi olarak atanan David Friedman’a kıyasla Benjamin Netanyahu bir solcu gibi kalıyor. Ayrıca Kudüs’ün başkent olarak tanınması ve Büyükelçiliğin oraya taşınması vaadinin de gerçekleşmesi muhtemel. Bütün bu sebeplerden ötürü Filistin sorununun önümüzdeki yıllarda derinleşebileceğini ve hatta yeni bir intifadaya gidecek bir sürecin önünün açılabileceğini öngörebiliriz.

Körfez ülkeleri ile olan ilişkiler hususunda ise bir şey söylemek için oldukça erken. Körfez ülkeleri, Trump yönetiminin İran politikasından memnun olabilecek gibi dururken Trump yönetiminin Körfez’i nasıl değerlendireceğini önümüzdeki süreçte göreceğiz. Bildiğimiz tek net husus, Körfez’in ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesine bir alternatifinin bulunmadığıdır. Amerikan yönetimi de bunun farkında.”

Panel katılımcılarının konuşmalarının akabinde soru-cevap kısmıyla program sona erdi.

Oldukça verimli geçen bu panel için de hem katılımcılara hem de organizasyonda büyük emeği geçen Modern Türkiye Çalışmaları Merkezine ve Muzaffer Şenel Hocamıza teşekkürü borç bilirim.

Not: Ben, Şehir Üniversitesindeki bu panele dair yazıyı toparlayana kadar, 24 Aralık Cumartesi günü bir önemli etkinliğe daha katılmış bulundum: Bilim Sanat Vakfının her sene, yıl sonunda tertip ettiği “Türk Dış Politikası Paneli”. Bu panelde de nitelikli konuşmacılar, oldukça önemli noktalara değindiler. Tüm söylenenlere değinmek ayrı bir yazı yazmayı gerektirse de bu yazımızın konusu olan Trump etkisine dair o panelde söylenenleri de kısaca not etmek yazıyı zenginleştirir diye düşündüm. SETA Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Talha Köse’nin bu mesele bağlamında değindiği birkaç noktayı ekleyerek yazıyı bitireyim:

 

–          Liberal politikaya dair küresel çapta bir güven düşüşü yaşanıyor ancak bu Trump’ın seçilmesi ile birlikte tavan yapmış durumda.

–          Obama döneminde Orta Doğu ve bilhassa Türkiye, ABD’nin bu bölgeye dair politikalarına dair en ikiyüzlü dönemlerinden birini yaşadı. Trump’ın seçilmesine verilen tepkileri bu açıdan da okumak lazım.

–          Orta Doğu’da ABD’den arda kalan bir güç boşluğunun olduğu aşikar ve Rusya bunu doldurmuş durumda. Trump ile Putin bu durumda uzlaşmaya varabilir lakin bu uzlaşmanın Türkiye’ye neler getireceği meçhul. Böyle bir uzlaşma, Türkiye’nin alanını daraltabilir.

Bir cevap yazın

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.