Clinton-Obama’nın reddedilen dış politika mirası

Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı – BİLGESAM Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Nurşin. A. Güney AA için yazdı:

 

Geçtiğimiz hafta, son dönemlerin en hararetli tahmin konusu, yani gelecek 4 sene boyunca Beyaz Saray’da oturacak yeni Amerika Birleşik Devletleri başkanının kim olacağı öğrenilmiş oldu. Sonuçlar öğrenildikten sonra liberal Amerikan rüyasına sahip olanların yaşadığı hayal kırıklığı Amerikan sokaklarında seçilmiş başkanın protesto edildiği gösterilerde somutlaştı.

Aslında Washington DC’ye yapmış olduğum son ziyarette gözlemlediğim hava iyi analiz edildiğinde çok şaşırılacak bir sonuç değildi Bay Trump’ın Başkan Trump olması. Amerikan popüler siyasi kültürü (Petter Sellers’in yanlışlıkla başkan olmak durumunda kalan bahçıvan Bay Şanş’ı oynadığı Being There filmini hatırlayalım) zaman zaman ‘establishment’ dışından gelip establishment’ın çemberinden geçmek zorunda kalan anti-figürleri üretip, kimi zaman onları yüceltir. Başkan Trump’ın yüceltilmesini zorlaştıran unsurlar hepimizin malumu: kadın düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, farklı kültür ve dinleri reddeden bir dil.

Buna rağmen ve Trump’ın Cumhuriyetçi (yeniden Büyük Amerika’ya kavuşma) felsefesinin altını nasıl dolduracağı henüz belli değilken Clinton’ın seçilememiş olmasından duyulan memnuniyeti yansıtan o kadar çok ifade duyduk ki, bir sosyal bilimci olarak düşünmeden edemiyoruz, Obama-Clinton devamlılığından bu kadar rahatsızlık duyulmasının nedeni neydi?

İSTİKRARSIZLIK ÜRETEN POLİTİKALAR ÜRETİLDİ

Amerika’nın genelinde Clinton, elitist politikalara geri dönüşü simgeliyordu ki bu politikaların en çok etkili olduğu DC’de bile heyecan yaratmaktan uzak olduğunu sadece gözlemle tespit etmemiz mümkündü. Siyasi elitizmin, bir kültürden öte belirli tarzda bir dış politika tavrını beraberinde getiren bir davranış biçimi olduğunu hatırlarsak ABD dışındaki dünya için Trump’ın ne tür bir beklenti yarattığını daha iyi anlayabiliriz.

Amerika’daki statükonun (sadece yaşam standardından ya da yaşam şeklinden bahsetmiyoruz, Amerika’nın belirli değerleri savunabileceği politikaları üretme becerisinin) korunması adına Bill Clinton-Obama, Obama-Hillary Clinton silsilesi, 8 yıl süren Bush-Cheney parantezi dışında retorik olarak “doğru” gibi görünen ancak hem uygulamalarında hem de “ikinci okumaları (double reading)” yapıldığında istikrarsızlık üreten politikaları Afrika-Balkanlar-Ortadoğu-Kafkaslar hattına dayattı.

Clinton’ın başkanlığı bu istikrarsızlaştırmanın hem de hiç sorgulanmadan sürmesi demek olacaktı -ki o durumda biz bugün Batı’da çıkan, “Neden Amerikan politikası sorunlu?”, “Neden Batı hiç düzelmeden popülist sağa yol veriyor?”, “Batı geriliyor mu?” tarzı yazıların yerine “Neden Ortadoğu’nun düzelmesi mümkün değil?” sorusunu soran makaleleri okumaya devam ediyor olacaktık. Son bir haftadır Batı akademik ve popüler yazınında hâkim olan geleneği bozmayalım ve biz de soralım: Obama yönetiminin dış politikasında yanlış olan neydi?

PASİFİK AÇILIMI ÇİN’İ YOLUNDAN DÖNDÜRMEDİ

Obama yönetiminin devraldığı ve değiştirmeye çalıştığı iki durum söz konusuydu: İlki, oğul Bush’un söylem ve açıklamalarıyla daha da sivrilen Amerikan tek taraflı müdahaleciliğinin Amerikan ekonomisine getirdiği yüktü. Soğuk Savaş’tan bu yana Amerikan politikalarını şekillendiren maliyet hesabı Amerikan ordusunun bizzat kullanıldığı işgallerle artmıştı, üstelik işgallerle yeniden yaratılmaya çalışılan Afganistan ve Irak siyasi kaostan kurtulamamıştı. Bu maliyetin ABD’nin üstünden atılması gereklilikti çünkü bu sayede hem ABD ekonomisi kendini yenileme gücüne kavuşabilecekti, hem de Asya-Pasifik’te güçlenen Çin’e karşı hem aktif ve güncel hem de önleyici dengeleme stratejisi uygulayabilecekti.

İlk Obama Doktrini incelendiğinde Ortadoğu ve kısmen Avrupa’da denizaşırı, uzaktan (off-shore) dengelemeye geçileceğinin ve bölgelerde düzeni kurma ve oluşturma sorumluluğunun bölgesel aktörlerle paylaşılacağının ifade edildiği hatırlanacaktır. Bu geçişle Obama yönetimi, bölge halkları arasında artan Amerikan düşmanlığını da azaltmayı hedefliyordu. Kağıt üzerinde parlak fikirler… özelikle de George Bush’un dayattığı tek taraflı, bölgesel ihtiyaçları karşılamaktan uzak, siyasi süreçleri askeri güçle ‘kurdum-oldu’ diyen politikaların sonrasında okunduğunda. Belki de bu nedenle Bush-Obama karşıtlığı karikatürize bir biçimde vurgulandı ve Amerika’nın stratejilerinde devamlılık arz eden belirli unsurlar göz ardı edildi.

Öncelikle Obama yönetimi tüm 8 senelik iktidarı boyunca Asya-Pasifik’te Bush yönetiminden çok daha açık bir biçimde Çin’in belirli kapasitelerini geliştirmesini önleyici, ya da bu kapasitelerden faydalanmasını boşa çıkartabilecek ön-alıcı askeri, diplomatik ve ekonomik politikalar izledi. Pasifik’te belirli askeri üslerin güçlendirilmesinden, Japonya ve Kore’yi kapsayan füze savunma sistemi arayışına, Pasifik’te Çin Halk Cumhuriyeti’ni dışarıda bırakan bir serbest pazar oluşturulmasına dayalı TPP’ye kadar bu önleyici/ön-alıcı güç projeksiyonunun amacı Çin’in Pasifik’te Amerikan üstünlüğünü zora sokucu bir güçlenmeye girişmesini önlemekti.

Harcanan çaba-ulaşılan sonuç açısından bakıldığında Obama yönetimi açısından başarıyla tamamlanmış bir projeden bahsetmek güç. Belki Pekin ABD’ye karşı büyük bir rakip olarak yükselmedi ama bugün ve ileride ABD’nin Pasifik’in tek üstün gücü olduğunu şüpheli kılan kimi kontrol kapasitelerini (A2/AD kapasitelerini) de ele geçirdi. Kısaca, herkesin anlayabileceği şekilde söyleyelim: ABD, açıkça dünyaya duyurduğu pivot stratejisi ile Çin’i yolundan döndürmeyi başaramadı. Asya’da Obama yönetimi, Trump’a tamamlanmamış bir misyon, Çin’in huzursuzluk çıkartmaya devam ettiği Güney ve Doğu Çin Denizi sorunlarıyla, ikide bir nükleer güçleri ile gösteri yapmaktan hoşlanan bir Kuzey Kore ve tüm bunlar yüzünden tedirgin, memnuniyetsiz müttefikler bırakıyor.

RUSYA İLE RESET POLİTİKASI

Benzer bir karmaşa, hesabı tutturamama hali Karadeniz-Akdeniz hattında Rusya Federasyonu karşısında da geçerli. Bir önceki paragrafta bahsedilen, bizzat kara savaşlarıyla müdahil olmadan dünya düzeninde söz sahibi olma tasarısının en can alıcı noktası, bölgelerde gücünü artırıp, kısmen revizyonist politikalar uygulayabilecek güçleri kontrol altında tutabilmekten geçer. Bu açıdan Obama yönetimi, Rusya’nın belirli hassasiyetleri nedeniyle kontrol altında tutulabileceğine o kadar çok inanmıştı ki Rusya ile ilişkileri iyileştirme politikasının (reset) hemen ertesinde önce Gürcistan, sonra Kırım, sonra da Suriye’nin sahil kesimi nasıl kaybedildi, tam anlayamadı.

‘Rusya’nın Karadeniz-Akdeniz’de yarattığı oldu-bitti ABD için bir tehdit oluşturmuyor ki’ denilebilir ve bu doğru bir argümandır da. Ancak bu argümanı ileri sürenlerin görmediği bir husus var: Kırım ve Suriye’de güçlenen ve konuşlandırdığı S-300 ve S-400’leriyle nasıl bir alan kontrol kapasitesine sahip olduğunu gösteren Rusya, ABD’nin Avrupa güvenliği için çözmesi gereken bir zorluk halindedir.

Bu zorluğu aşıp, Avrupa’daki müttefiklerini rahatlatmak için sadece silahlandırmanın yeterli olmaması ABD güçlerinin NATO’nun ileri savunma güçleri olarak hareket etmesi zorunluluğunu doğurmuştur. Amerika üzerinden atmaya çalıştığı maliyetten kurtulamadığı gibi Avrupa stratejik alanında başka bir riskle de burun buruna. Soğuk Savaş tarihini bilenlerin hemen hatırlayabileceği, günümüz Suriye’si ile ilgilenenlerin de hemen fark edebileceği bir risk bu: Rusya’nın alan kontrol kapasiteleri, yani örneğin hava savunma sistemleri sahadayken Batılı güçler yaptıkları her operasyonda yanlış anlamanın olmamasını garantilemek zorundalar.

ORTADOĞU’DA YANLIŞ HESAPLAR, STRATEJİK HATALAR

Yanlış hesapların Bağdat’tan döndüğü bir başka bölge Ortadoğu, özelde de Irak-Suriye-Lübnan hattı. ABD’nin Irak’ı federal demokratik bir modele döndürme çabası da Arap Baharı sonrasında yaşadığı kafa karışıklığı da bölgenin daha da istikrarsız hale gelmesine neden oldu. Bu sonucun niyet edilmemiş bir sonuç olduğunu söylemek güç; aslında bölgenin ABD’yi tehdit edebilecek risk üretme kapasitesinin kaos içinde, herkesin birbirini dengelediği iç karışıklıklar ve savaşlarla dengelenmesinin bir ABD stratejisine dönüştüğünü söylemek daha doğru.

Clinton’ın oluşturulmasına bizzat katkıda bulunduğu bu stratejinin İran’ın Irak’ta, PYD/PKK’nın Suriye’de kullanılmasına dayandığını, bu seçimlerin neden yapıldığını farklı mecralardaki yazılarımızda açıkladık. Burada hesabın neden İran-PYD ekseninde yapıldığını belirtip, hesap hatasını göstermeye çalışalım:

PYD devlet dışı bir örgüt olarak, İran da yaptırımlarla eli kolu bağlanmış ama merkezi Irak’ta söz ve güç sahibi bir aktör olarak maliyetsiz ve kolay dengeleme enstrümanları oldular. Ancak Obama yönetimi İran’ı kontrol altında tuttuğundan eminken İran sahada (Irak, Suriye, Yemen, Lübnan) bulunmasının bir sonucu olarak, Rusya gibi masaya da oturdu. ‘Masada olan İran’ı yaptırımlar üzerinden, 15 yıl sonra sona erecek Nükleer Anlaşmanın sopasıyla sınırlamak ne kadar mümkün olacak?’ sorusunun cevabını Hillary Clinton değil artık Trump görecek.

MÜTTEFİKLER TEDİRGİN EDİLDİ

Bu belirsizliğin dışında, İran-PYD ekseninin yarattığı önemli bir risk daha var: Irak ve Suriye’deki kaosu tetikleyen, iktidarların bir grup tarafından toplumun belirli bir kesimini dışlayıcı olarak kullanılması, Sünni Arapların Irak ve Suriye’nin geleceğinden atılmalarıydı, ki sonuç DEAŞ terörizminin güçlenmesi oldu. DEAŞ’tan sonra aynı hatalı politikalar farklı bir sonuç üretmeyecektir. Üstelik İran-PYD merkezli strateji Ortadoğu’da farklı kapasitelere sahip diğer aktörleri, örneğin Riyad ve Ankara’yı dengeleme ve kontrol etme isteğiyle birleştiği için müttefikleri yabancılaştırdı, tedirgin etti ve özellikle Ankara’nın PKK/DEAŞ terörizmi ve farklı pek çok tehlikeyle karşı karşıya olduğu günlerde hissettiği gibi, tehditler karşısında yalnızlaştırdı.

Sonuçta Türkiye de saha ve masayı bir arada götürmeye, bunu da kendi savunma kapasitesi ve geliştirdiği savunma stratejisiyle yapmaya karar verip Cerablus-Azez arası PKK koridorunun oluşmasını engelledi. Bölgesel aktörlerin dışlanarak, tehlikelerle baş başa bırakılarak kontrol altına alınmasının da riskli ve maliyetli olabileceği böylece görülmüş oldu.

OBAMA MİRASININ YARATTIĞI GÜVENSİZLİK NASIL AŞILACKA?

Bilançoyu özetleyelim: Kontrol edilmek istenen rakip Rusya Ortadoğu masasında, kontrol edilmek istenen bölgesel güçler Riyad, Tahran, Ankara hem sahada hem masada. Görmezden gelinmek istenen ÖSO, Fırat Kalkanı sayesinde PYD’ye gerçek bir alternatif olmuş durumda. Doğal müttefik İsrail ise İran’a ve Hizbullah’a verilen destekten çok mutsuz ve kendisine verilenleri – örneğin son 23 milyar dolarlık savunma yardımını dahi- yetersiz buluyor. Hatta memnuniyetsizler cephesinde Suudi Arabistan ve Türkiye ile birlikte oturuyor. Dahası, sahada ve masada olanlar birbirleriyle konuşuyor, kimi ilişkiler normalleşiyor. Trump sonrası Amerika’da “Batı nereye gidiyor?” diye sorulurken Irak ve Suriye’ye komşu olan tüm aktörler nerede durduklarını ve güvenliklerini bu kaos ortamında nasıl koruyacaklarının farkındalar.

İki buçuk aylık geçiş süreci öncesinde Trump ve gelecekteki ekibinin karşı karşıya olduğu Clinton-Obama mirası sonuçta şu: Bölgesel rakipler kontrol altında tutulamadı, bölgesel müttefiklerin güvenliği göz ardı edildi. Bunun sonucu olarak insani ve askeri açıdan güvensizliğin ağır bedelini ödemek durumunda kalan Ankara, kendi kapasitesine, kendi diplomatik aklına ve kendi politikalarına güvenmek durumunda kaldı. Bugün Trump ile beraber Türkiye-ABD ilişkileri elbette düzelebilir, ama Clinton-Obama mirasını kıyasıya eleştiren Trump’ın bir anti-figürden öteye geçerek Obama mirasının yarattığı güvensizliği Avrupa-Ortadoğu güvenlik gerçekliğinde nasıl ortadan kaldıracağını bulması gerekecek. Irak-Suriye hattındaki mücadelede PYD/PKK merkezli devlet-dışı aktörlerin kullanıldığı dengeleme politikasının terk edilmesi bu açıdan kilit önemde olacak.

Bir cevap yazın

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.